Kafkaokur Sayı 15

17:17:00

Jean Paul Sartre ile Simone De Beauvoir ile 20.yy'a doğru yolculuk yapmaya hazır mısınız? 20.yy'daki Fransa'daki yeni akımların gelişmesini sağlayan iki kişinin hayatlarını ufaktan ziyaret edelim.


Varoluşçuluk akımının temsilcisi Jean-Paul Sartre ile başlıyoruz yolculuğumuza. İlk başta varoluşçuluk akımını kısaca anlatmam gerektiğini düşünüyorum.

Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır.

"İnsan özgürlüğe mahkumdur."

Egzistansializm; insanın önce var olduğunu, daha sonra hareketleri, davranışlarıyla kendini yarattığını ileri süren bir felsefe doktrinidir. Varoluşçuluk da denilen egzistansializm; İkinci Dünya Savaşının sonunda, Fransız yazarlarından J: P: Sartre tarafından özel bir edebiyat okulu olarak tanıtıldı. Bu yol, insanın varlığı, hürlüğü tek gerçek olduğu halde onu saran dünyayı bir türlü anlayamamaktan doğan umutsuzlukla bezginlik içinde hayatı tatsız, saçma bulması görüşü üzerinden ilerler.

Varoşluçuluğa göre, insan kendini bulmalı, özünü elde etmelidir. Hiçbir şey, Tanrının varlığını gösteren en değerli delil dahi, kişioğlunu kendinden, benliğinden kurtaramaz. J:P:Sartre’a göre “existance” yani “varolma”, “esence” yani “öz” den önce gelir. Walter Kaufmann’ın diliyle söylemek gerekirse: “Varoluşçuluk bir felsefe değil, gelenekçi felsefeye karşı birbirinden apayrı birkaç başkaldırmaya verilen addır.”

Bu başkaldırı Avrupa burjuvazisine karşı yapıldığı için 20.yyda hem burjuva olup hem varoluşçu olmak mümkün değildi. Oysa Jean-Paul Sartre zengin bir ailenin çocuğu olarak 21 Haziran 1905'de  dünyaya geldi. 1 yaşında babasının ölmesi onun en büyük olayıydı. Çünkü yaşasaydı onu susturacaktı.

Babasının ölününden sonra, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis-le-Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure' de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928'de Simone de Beauvoir' la tanıştı.
Onunla bir ilişkiye başlamıştır. Ancak bir anlaşma ile. "Bağlanma yok!"
1939 yılında II. Dünya Savaşı başlayınca Fransız ordusuna meteorolog olarak hizmet vermeye başladı.1940 yılında Almanlar tarafından yakalanıp 9 aylığına hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı şekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı (1943).
1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir.
Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar vereceğini düşünmüştür. "121'ler Manifestosu" olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968 olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler' in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation' u kurmuştur.
1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolü konusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu.
Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980'de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. 

Sıradaki yazı ise Var Olmak Bir Selfie/ Özçekim Sorunu mu? Buket Uzuner'in mükemmel anlatımıyla yazdığı bu yazı benim dergideki en sevdiğim yazılardan biri oldu. "Yaşamak", "hayatta kalmak" ve "var olmak" arasındaki farkları anlatıyor bize.

"Neden insanlar sadece kendilerinin bu kadar çok fazla önemsemeye başladılar?  Hayatlarında ne yapıp, yapmadıkları değil de sadece varlıklarıyla neden böyle büyük ihtirasla ve bencilce ilgilenmeye yöneldiler?
Özçekim ne demektir?"

"Örneğin bir insanı, bir hayvanı, tabiatın bir parçasını, bir romanı sevmenin aslında kısa ve hızlı yaşanamayacağının farkına vardığımızda; belki de hayatımızı aslında hiç yaşamamış olduğumuzu anlayınca ne yapacağız?"

"Yaşamayı "hayatta kalmak" düzeyinden "var olmak" düzeyine çıkartmak için bunları hazmetmeden atlatmak, anlamlarına kafa yormak, düşünmek, zaman ayırmak gerekiyor. Çünkü insanın bireysel ve toplumsal olarak bağımsızlığı, sadece biyolojik olarak hayatta kalmasına değil, kendini zihinsel etkinliklerle zenginleştirerek var olmasına bağlı."

"Bu dünya manzarasında "var olmak" tüm canlılar için ne yazık ki, artık "hayatta kalmak" ve "yaşamak" düzeyine indirgenmek durumundadır. Var olabilmenin temel unsurları olan temiz hava, temiz su, besin, güvenlik ve korunak/konaklama kadar düşünce ve ifade özgürlükleri de tehdit altındadır."

Zaman Muhakemesi şiirinden sevdiğim bölümü paylaşıyorum.
"Şu kirlenen su dahi yıkamaz sizi,
Çünkü aldıklarınız verdiklerinizden fazla.
bakmayın
Herkese farklı dokunur zaman,
Şimdi kalkıp sinek kuşlarını soracaksınız,
Bense kaplumbağaları anlatacağım
Atların yelesinden fırtına biçip,
Fi zamanı ejderhaları korkutacağım!"


Bir rüyanın Tükürük Bezi adlı anlatının çoğu yerine çizdiğim için çizdiğim yerleri buraya yazacağım.
"Hepimizin bir derdi vardı,
Ama düşünecek zamanımız yoktu.
Hepimiz bize biçilen rolün usta oyuncularıydık.
Ne yeni bir oyun yazdırdılar, 
Ne de yazdıkları oyunda istediğimiz gibi oynattılar.
Modern zamanın köleliğiydi bu.
Esir pazarlarında olmasa de hepimizi satıyorlardı,
Biçtikleri bir fiyatımız vardı.
Zaman geçiyordu, oyun aynıydı.
Sadece bize ne yapacağımızı söyleyenler değişiyordu.
Yüzyıllar önce dönmeye başlayan bu çarkın,
Bayrak teslimini bekleyen sadece bir kaç dişiydik.
Duygularımızı bile düzene koymuşlardı.
Sevinçse sevinç, hüzünse hüzün, öfkeyse öfke.
Sadece onların istediği kadar yapabiliyorduk.
Kurtulmayı denemeyi unutturmuşlardı bize.
Özgürlük, hatta insanlık eski bir rüya.
En tehlikeli insanlara dönüşmüştük,
Umudunu bile kaybetmiş, mağlubiyeti çoktan kabullenmiş.
Her gün beyaz yakasına tükürmek isteyen vardı,
Her gün önlüğüne tükürmek isteyen vardı.
Tüküren kaybolacaktı açlık nefesinde,
Hayatımızı sattık birer birer, karın tokluğuna.
Özgürlüğümüzü sattık.
Ciğerimize dolmuş fabrika dumanlarıyla,
Sadece kaygılarımızı düşünebiliyorduk. 
Kaçsak ardımızda bırakacağımız çocukları
Ve onların kurtaramadığımız yarınları."
Ninni yazısıyla devam ediyoruz dergiyi karıştırmaya. Bir insanı kalıplara koymayı ya da istediğimiz gibi olması için uğraşırken o kişiyi düşünüp o mutlu mu diye soruyor muyuz?
"O içinde hep susturmak istediğin "alıp başını gitmek" isteği... Belki de hiç alıp başını gitmediğinden."
"Bazen duvarlar üstüme gelince oturduğum yerde kalamıyorum. Bunu anlamıyorlar çünkü onlara yaşadıklarımdan ve hissettiklerimden hiç bahsetmiyorum."

Bauman/ Özgürlük adlı kitap incelemesini okurken kendimi notlar alırken buldum. 
"Bauman kitabında, Özgürlüğün ve onun bileşenlerinin insan üzerindeki belirleyiciliğini irdeliyor. İçsel (kültürel) ve dışsal (çevresel) eğilimleri imkanlarla açıklıyor. Sonuçta bir şeyler yapabilmek için imkanlara ihtiyaç vardır. Özgür bir olarak dünyayı dolaşmak isteyebilirsiniz ama paranız yoksa bu mümkün olmayabilir. Ya da bir köyde yaşıyorsanız sizin için şehirde bir sinema filmine gitmek bulunduğunuz çevrede tepki toplayabilir. Bu noktada özgürlük, bizim dışımızdaki sosyolojik durumlar doğrultusunda herkesçe farklı yorumlanır."
"İnsan özgür olmak ister ama bedel ödemek istemez."
"Tüketici pazar tam bu noktada bireye çıkış kapısı açıyor; belli koşullar sağladığında ve sistem içinde istenilen konum alındıktan sonra farklı ihtiyaçlara özel farklı seçenekler sunarak hem bireyin kendini özel hissetmesini sağlıyor hem de toplumsal onayı da tedarik ediyor."

Gelelim Kar Tanesi öyküsüne. Bu öykünün yüreğinize dokunacağına eminim. Yazarın kendine Kar Tanesi olarak adlandırdığı kıza ne olursa olsun onun için her şeyi yapacağını söyleyen için yanan bu adam..
"Geçmişi ve kadınları, güzellikleriyle anmak gerekir."

Ve Simone De Beauvoir, kadınlığın kaderini değiştiren kadını anlatmaya geldi sıra. 
Simone de Beauvoir 9 Ocak 1908’de Paris’te Georges Bertrand ve Françoise (Brasseur) de Beauvoir çiftinin kızı olarak dünyaya gelmiştir. Geleneksel bir ailenin büyük kızıdır. Otobiyografisinin ilk bölümünde (Bir Genç Kızın Anıları) dinine ve ülkesine bağlı ataerkil bir ailenin sorumluluklarla donatılmış kızı olarak yaşadığı dönemden bahseder. Kişiliğinin koyu katolik annesinin ve bilinemezci babasının karşıtı olarak şekillendiği söylenebilir.
Çocukluk ve ergenlik çağını etkileyen iki ilişkisinden biri kardeşi Helen diğeri arkadaşı Zaza ile olan ilişkisidir. Helen’in küçüklüğünden itibaren ona sürekli bir şeyler öğretmeye onu yetiştirmeye çalışmış ilişkisinde öğretici bir kaygı içinde olmuştur. Zaza ise trajik yaşamı ve ölümü ile Simone’nun karşılaştığı ilk sorunu oluşturuyordu.
Matematik ve felsefede Baccalauréat sınavını geçtikten sonra Katolik Enstitüsü’nde matematik öğrenimi ve Saınte Marie Enstitüsünde yabancı dillerde yazın eğitimi gördü. Daha sonra Sorbonne’da felsefe eğitimi aldı. 1929’da seçkin Ecole Normale Superieure’ye kayıt olan ve Sorbonne’da kurs almakta olan Jean-Paul Sartre ile tanışır. Beavuvoir’un Ecole Normele’de eğitim gördüğü yanlış ve yaygın olan bir bilgidir. Ancak bu okuldaki Sartre ve felsefe gurubundaki diğer insanlar tarafından iyi tanınmaktadır. 1929’da felsefede Agregation başaran en genç öğrenci olur. Sartre o yıl birinci olur, Simone ise ikinci. Sorbonne’da iken hayatı boyunca bilinecek lakabı Castor(Cesur)u edinecektir. 1943 yılında Simone Konuk Kız (L'Invitée) adlı Rouen okulundaki öğrencilerinden Olga Kosakiewicz ile olan kronik lezbiyen ilişkisinin öyküsünü yayınladı. Bu öykü aynı zamanda de Beauvoir ile Sartre arasındaki karmaşık ilişkiyi ve ilişkinin bu üçlü ilişkiden nasıl zarar gördüğünü anlatır
Ve II. Dünya Savaşı'ndan sonra De Beauvoir Sartre’ın Maurice Merleau-Ponty ve diğer arkadaşları ile kurduğu Modern Zamanlar (Les Temps Modernes ) adlı politik gazetede çalışmaya başladı. De Beauvoir bu gazetede kendini geliştirdi ve ölümüne kadar editör olarak çalışmaya devam etti.
Belirsizlik Ahlakı Üzerine (Pour Une Morale de L'ambiguïté , 1947) kitabında Fransız varoluşçuluğu etkileri farkedilmektedir. Kitapta çok sade bir biçimde Sartre’ın olmak ve hiçlik felsefeleri arasındaki geniş açıyı göstermektedir. De Beauvoir bir biseksüeldir. Ancak bir seminerde Nelson Algren’le tanıştığı 1947 yılına kadar kadar orgazma ulaşamamıştır. Chicago’da Beauvoir Algren ile ilişkisinde ilk orgazmını yaşar. Bu Fransa’da iki ayrı kitap olarak basılan İkinci Cins kitabına da ilham olur. Bu çalışma Amerika’da da The Second Sex olarak yayıncı Alfred A. Knoph’ın karısı Blance Knopf ‘un tavsiyesi üzerine Howard Parshley tarafından çevirilerek yayınlanır.

1981’de Sartre’ın acı dolu son yıllarını anlattığı Veda Töreni’ni (Cérémonie Des Adieux) yazar. Kendisi de Paris’de Cimetière du Montparnasse Mezarlığına Sartre’ın yanına gömülür. Mezar taşında isimleri alt alta yazılır. Ölümünden sonra ünü yayılmaya devam eder. Sadece 1968’lerin post-feminizminin kurucusu olduğu için değil aynı zamanda akademisyen olarak ve varoluşcu Fransız düşün insanı olarak da ünü gelişerek yayılır. Sartre’ın üzerindeki etkisi her zaman görülür. Felsefe üzerine yazdığı birçok eserde de Satre’ın varoluşçu etkisi görülebilir. Paris'te Seine Nehri üzerine yapılan bir köprüye yazarın adı verilmiştir.
Ve Müstesna Bir Delinin Anılarına geldi sıra. Bu öykü bende tebessüm oluşturdu. Bir yazı okuyorsam ve bu ben de tebessüm yaşatıyorsa o zaman o yazı benim için değerlidir. Tıpkı bu öykü gibi. kasım 2014'te Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar kitabını imzalatmaya gelen Çınar amca ile yolları kesişir Kaan Murat Yanık'ın. Oğuz Atay'ı bulamayınca kitabı ona imzalatır Çınar Amca. Getirdiği çiçek ve çikolatayı da yazara verir.  Bu olaydan sonra yazarla Çınar amca sık olmasa da görüşmeye başlamışlar.
Tabi 1 yıl sonra Çınar Amca eşini kaybedince o da kendi aklını kaybetmiş.

"Şu dediler" şehrin her yerine bunlardan yapmışlar. yapmasınlar demiyorum ama hiç olmazsa pencerelerine çiçek, içlerine kitap koysalar ama pencereleri de yok ki bunların! Önce pencere yapmalı; şöyle büyük büyük..
Senin evinin penceresi varsa kesin çiçek koy, yoksa sana da deli derim."

Tabi evlatları ona deli raporu alıp daha sonra ise satmış o sevdiği evi. tescilli bir deli olarak vefat ettiğini öğrenince bu güzel yazıyı yazmış.







You Might Also Like

0 yorum